VİCDAN
Davranışlarımızı neyin yönlendirdiğini, bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, yapmamız ve yapmamamız gerekenleri söyleyenin ne olduğunu sorguladığımızda, “vicdan” adı verilen içsel duyumla karşılaşırız. Hangi değerlerin izlenmesi, hangilerinin izlenmemesi gerektiğini bize aklın vicdan mekanizması bildirir.
Peki bu değerleri nasıl ediniriz? Başlıca kaynak ailemiz ve özellikle ebeveynimizdir. Çaresiz ve bilgisiz olarak doğarız. Ailemiz hayatta kalmamızı ister ve bize “doğru” büyümemiz, “doğru” davranışlar edinmemiz, “doğru” şeyler yapmamız için yönlendirir. Topluluğun yeni bir üyesi olarak kabul görmemizi ve uyum sağlamamızı ister. Şekerleme kağıtlarını yan bahçeye attığınızda, bağırarak bahçede oynadığınızda ya da oyuncaklarınızı komşunun garaj kapısında unuttuğunuzda ana babanızın komşular ne diyecek diye nasıl endişelendiklerini hatırlıyor musunuz? Ya da annenizin yüzündeki panik ifadesini? Aslında yaşadıkları korkunun nedeni, kapı komşusundan çok, derinlerde yükselip vicdanı harekete geçiren hayatta kalma güdüsüdür. Altta yatan asıl korku, hem kendileri hem de çocuklarının sosyal tecride uğraması ve reddedilmesidir.
Reddedilmek, kollektif hafızanın bilinçaltı düzleminde ölüm anlamına gelir.
Vicdan sosyal bir barometre gibidir. Kendimizi huzurlu, masum, rahat hissetmemiz, kuralları izlediğimiz ve aidiyet hakkımızın güvencede olduğunun göstergesidir. Suçluluk duyuyorsak kurallara karşı gelmişizdir. Hatta annemizle babamıza ilişkin olarak bile birbirlerinden hafifçe farklılaşan iki ayrı vicdanımız vardır. Çocukken, babanın neyi sevdiğini, annenin ne gibi beklentileri olduğunu çabucak kavrar ve onlara göre davranmayı öğreniriz.
Vicdan mutlak değildir. Bir kültürde “doğru” olan, bir diğerinde “yanlış” olabilir.
Grubumun kurallarıyla çelişkili davranmam beni derin bir iç çatışmaya sokar. Bir gruba ait olmaya ne kadar ihtiyacım varsa o kadar uyumlu olurum ve kendi grubumun değerler sistemiyle diğer grupların arasında o kadar AYRIM yapmam gerekir.
Çelişkili vicdan sistemlerinin çatışması, tüm savaşların ve mezhep çatışmalarının temel nedenidir.
Değer yargılarımız katılaştıkça, vicdanın üzerimizdeki baskısı da artar. Kendilerini en ahlaklı hissedenler, aile, din ve kültürel değerlere sıkı sıkıya bağlı olanlardır.
BIREYSEL VİCDAN-AİDİYET İHTİYACI:
Bireysel vicdanı bireysel olarak hissederiz. Kendimi suçlu hissettiğimde, yaptığım yanlışı derhal düzelterek rahatsız edici “suçluluk” duygusundan kurtulmaya çalışırım. Böylece grubuma aidiyetimi sağlayan kurallara bağlılığım konusunda endişelerimi gidermiş olurum.
Bireysel vicdanın kökeni çocukluğun erken dönemleridir. Çocuğun en büyük isteği öncelikle anneye, sonra da babaya ait olmaktır. Çocuk, anasını babasını şartsız sever, çünkü hayatta kalması bu sevgiye bağlıdır. En derin, en güçlü güdü olan AİDİYET güdüsü sayesinde doğa, çocuğun hayatta kalmasını sağlar. Çocuk annesine böylesine bir bağlılık duymasa ölüp gideceğinden, anneye yakın olmak için her şeyi göze alır.
Kısacası herkesin bir topluluğa “ait” olma ihtiyacı vardır. Her topluluk, doğru ve yanlışa ilişkin düşüncemiz aracılığıyla aidiyet hissi yaratarak bizi yöneten bir “sistem”dir. Bireysel vicdanın gerektirdiği doğrultuda yaptığımız her hareket, sistemle bağımızı güçlendirdiği gibi ona karşı yaptığımız hareketler bağımızın zayıflamasına neden olur. Ait olma hissimizi tehlikeye atacak bir şey yaptıysak, vicdanımız rahatsız olur, suçluluk hisseder ve cezalandırılmayı bekleriz. Hatta çoğu zaman bu cezayı biz isteriz, çünkü ceza bizi, toplumsal cezaların en kötüsü olan “dışlanmak”tan kurtarır. Aidiyet hissi ve her birey ya da topluluk karşısında hissettiğimiz “sadakat”, ilişkilerimizin önem derecesiyle orantılıdır. Belirtildiği üzere ilk ilişkimiz, yani ebeveynimizle aramızdaki “bağ” en güçlüsüdür. İnsan temasını ilk kurduğumuz kişi olan annemizle bağımızı hepsinden güçlüdür! Bireysel vicdanın etkilerini özetlersek: Kabul gören davranışları ihlal etmem suçluluk hissetmeme neden olur; beni yaptığım şeyi düzeltmeye zorlar; aldığıma karşılık vermemi sağlar ve doğru yerde doğru davranışları sergilememi sağlayarak beni sosyal düzenin bir parçası kılar.
DENGE İHTİYACI:
Bireysel vicdanımız, aidiyet hissi kadar güçlü olmayan ama yine de önemli bir güç tarafından yönetilir. Buna “denge duyarlılığı” denebilir. Denge karşılıklıdır. İlişkiler bu dengeleme çabasının çeşitliliğiyle zenginleşip gelişir. Bu denge hissi, ilişki kurmamızı sağlar ve insanları bir arada tutan bağlılık mekanizmasının bir parçasıdır. Örneğin; Bir hediye aldığımızda karşılığında bir şey vermeyi görev biliriz. En azından bize hediye verene teşekkür etme zorunluluğu hisseder ve o teşekkürü etmeden kendimizi rahat hissetmeyiz. Aynı şekilde, eğer hediyeyi ben vermişsem, karşılığında bir teşekkürü hak ettiğimi düşünür, bunu duymazsam “boşluk” hissederim.
Çoğu zaman ya bize bir şeyler vermiş birine borçluyuzdur ya da biri bize borçludur. Böylece zamanla dostluklar ve yakın ilişkiler usulca derinleşir.
İhtiyacı olan yeğeninize, üniversiteye gidebilmesi için 1000 TL verdiğinizi, sonra da size teşekkür etmek için getirdiği çiçeklere “Hayır, teşekkür ederim” dediğinizi düşünün. Eğer bu çiçekleri kabul etmezseniz, yeğeninizin size minnettarlığını gösterme ihtiyacını engelleyerek onu gücendirebilirsiniz. Hediyeyi reddetmek, ilişkiyi tehlikeye atmaktır. Bir anlamda, yeğeniniz bu yüklü parayı almanın yarattığı vicdan rahatsızlığından çiçekler yoluyla kurtulmaya çalışıyordur. İlişkideki dengeyi korumak istiyorsanız, gülleri sevmeseniz, hatta kokularına alerjik bile olsanız, çiçekleri nezaketle kabul etmeniz gerekir.
Denge olumlu olduğu kadar olumsuz durumlar için de geçerlidir. Nasıl bize gösterilen sevgi ve şefkate karşılık vermek istersek, yaralandığımız veya canımız yandığında da aynı şekilde karşılık vermek veya gördüğümüz zarara karşı tazminat almak isteriz. Haksızlığa uğramış olanlarımız, insanoğlunun “dişe diş” kavramına yatkınlığını iyi bilirler. Yaşamımız boyunca gölgesini hissettiğimiz ilkel bir yaptırım gücüdür bu. Bireysel vicdanımız, uğradığımız “haksızlığın” bedelini karşı tarafa ödetmemiz için diretir. İntikam ihtiyacı öylesine temel bir insanlık yasasıdır ki, ülke sınırlarının, dinlerin, teknolojik farklılıkların ötesine geçerek efsanelerin, edebiyat ve sinemanın vazgeçilmez konusu olarak her yerde karşımıza çıkar.
İhanet, yalan ve duygusal yaralanmaların sadece edebiyat, sinema ve efsanelerin konusu değil, gerçek hayatımızın da ayrılmaz parçaları olduğunu hepimiz biliriz.
KOLLEKTİF VİCDAN:
Kuvvetli, gizli ve sinsi bir güçtür. Görünmez şekilde işler. Karşı geldiğimizde varlığını bize suçluluk duyurarak belli etmez, nereden geldiğini anlayamayız ve doğrudan tanımlayamayız. Yine de varlığını sürdürür. Kollektif vicdan, bireyin aklını mesken tutup yaptığı seçimlerle kendini göstermek yerine ailenin bütününde işler. Tıpkı elektrik akımını ancak ampulü aydınlatmasıyla tespit edebildiğimiz gibi, kollektif vicdanı da ancak insan davranışları üzerindeki etkilerinden tanıyabiliriz. Aile diziminde bize düşen, kollektif vicdanı teşhis etmektir! Bu vicdan yasalarını anlayıp gün ışığına çıkararak, bize göstermeye çalıştığını ve yaptırmak istediğini kavrayarak “aile sistemindeki dengesizliğin düzelmesine” ve “danışanın yaşanmış olanı kabul etmesine” yardımcı oluruz.
Kollektif vicdanın üç ilkesi vardır: Aidiyet, Düzen ve Denge.
Aidiyet Yasası: Ailenin bir parçası olan herkesin, o aileye AİDİYET HAKKI vardır. Her bir aile üyesinin, kim olduğundan, aileye ne zaman katıldığından, ne yaptığından bağımsız olarak aile içindeki yerine ilişkin eşit hakkı vardır. Herkesin aileye “ait” olması ve “eşit saygı” görmesi gerekir.
Düzen (Hiyerarşi) Yasası: Aile üyeleri, aile sistemine geliş sıralarına göre kıdemlenir. Önde gelenler, sonra gelenlerden daha “üst”tedirler. İlk gelen ilk, son gelen son gelir –kronolojik düzenin mutlak önceliği vardır. Bir aile üyesi “olması gereken yerde” değilse veya “yerinin verdiği yetkiyi” aşıyorsa, hiyerarşi yasası hemen yürürlüğe girer.
Denge Yasası: Bir aile üyesine önceki kuşaklarda yapılmış haksızlık ya da bir aile üyesinin bir başkasına yaptığı haksızlık, aynı ailenin sonradan gelen bir üyesi tarafından dengelenmelidir. Aile sistemi daha büyük bir gücün etkisindedir. Bu güç bizi kendi yanlışlarımızın bedelini değil, atalarımızın yanlışlarının bedelini ödemeye zorlar. Geçmişte aile sisteminin sahne olduğu tüm olumsuzluklar, eğer kefaretleri zamanında ödenmediyse, sonraki nesillerde kendilerini göstereceklerdir. Bedende sinsice fırsat kollayan bir virüs gibidir bu. Burada söz konusu olan “Dişe diş” ya da “Sen bana ben sana” gibi anında cezalandırma değildir. Kuşaklar ötesi bir ölçekte işleyen çok daha derin, çok daha kapsamlı bir olgudur. “Babalarının günahlarını çocukları taşır” ibaresinin yankısıdır. Sözgelimi, büyükbabamın isteyip, evlenemediği için öldürdüğü kızın kefaretini benim ödüyor olmamdır.
Burada kastedilen, nasıl davranmamız gerektiğini belirleyen bir ahlak kuralı olmadığıdır. Tasarlanmış bir davranış kodu değil, VAROLUŞSAL bir gerçektir.
Kişisel Vicdan, yaptığım bir yanlışı dengelememi ister.
Kollektif Vicdan, ben bilincinde olmadan, belki de hiç tanımadığım bir aile bireyi adına bir şeyleri dengelememi ister.
Kişisel olanla suçluluk duyarım.
Kollektif olanla bilincimin dışında bir güç tarafından yönetilirim.
Kişisel ve kollektif vicdan arasında, olgunlaşma arzumuzu doğrudan ilgilendiren bir fark daha vardır. Kişisel gelişim, kendi ayaklarımız üzerinde durabilmemiz demektir. Ailemize karşı hissettiğimiz tüm görev ve yükümlülüklerin yarattığı vicdan azabına rağmen kendi başımıza durabilmemizdir. Oysa kollektif vicdan söz konusu olduğunda, bu “bir başınalığı” ancak bir dereceye kadar başarabiliriz. Başka bir deyişle, bu yaşamla birlikte bize gelen KADERİ taşımaya hazır olmalı, bir ailenin ve bu ailenin tarihçesinin bir parçası olduğumuz gerçeğini KABUL etmeliyiz. Ancak kabullenmeyle bunun ötesine geçebiliriz -daha önce değil!
Kollektif vicdan her üyeye eşit davranır. Aralarındaki farklarla ilgilenmez ve bütünün sağlıklı bir şekilde hayatta kalabilmesine çalışır. Bu yasa, her üyenin aileye aidiyet hakkını korur ve insanları sistemdeki yerlerinde tutar.
Kişi, aile bağlarının yarattığı kilitlenmeleri anlamak istiyorsa, önce ailesinin kollektif vicdanını anlamalı ve bu vicdanla uyumlanmalıdır. Denge sağlanıp eski hesaplar kapandığında, her şey ve herkes doğru düzene yerleştiğinde, kişi ancak ve ancak o zaman kendi bireysel seçimlerini keşfedecek kadar özgürleşebilir.
Sonuç olarak bu Dünya'da ne yaşatırsak bizim yada evlatlarımızın, hatta torunumuzun torunundan çıkıyor. Bizim yaptıklarımızın, aç gözlülüğümüzün, vicdansızlığımızın bedelini biz ödemezsek bile onlar ödüyor. Benimde hatalarım olmadı mı?? Şimdi düşünüyorum da evet oldu. Fakat en azından uzun bir süredir ve şimdi sizede tavsiye edebileceğim bakış açısıyla yaşıyorum. Yaşamın döngüsü bugünden ibaret değil, bugünün yarınıda var diyerek
"Evlatlarımın karşısına nasıl insanlar çıkmasını istiyorsam, etrafıma ve herkese o şekilde davranıyorum." Çünkü evlatlarımız bizim en kıymetlilerimiz. Onların bizim yaptığımız haksızlıkların, açgözlülüğün bedelini ödemesini hangi anne-baba ister? Kimse istemez tahminimce. O yüzden bir adım atarken, hak yerken, acımasız davranırken en değerlilerimiz gözümüzün önüne gelsin ve onlara bir çoğumuzun dönem dönem dediği gibi "ya kimseye bir şey yapmadım, zararım olmadı, hakkını yemedim, iyi davrandım neden benim başıma geliyor her şey? Tüm terslikler neden beni buluyor?" diye isyan ettirip, bizim yaptıklarımızın bedelini ödettirmeyelim. Bireysel ve kollektif vicdan doğrultusunda hem kendimizin hemde çocuklarımızın rahat, mutlu ve huzurlu olabilecekleri bir yaşam sürebilmesi dilekleriyle hayırlı cumalar diliyorum.