Akademide Liyakat Krizi: Adalet ve Bilim Tehlikede mi? Son dönemde Edebiyat Fakültesi'ne dair aldığımız duyumlar ve iddialar oldukça çarpıcı bir durumu gözler önüne seriyor. Haberde adı geçen (İletişim Fakültesi doktoralı) öğretim üyelerinden birinin, uzun süredir “Bölüm Başkanlığı” yapmakta olduğu, (İletişim Fakültesi doktoralı) diğerinin ise Ana Bilim Dalı Başkanı olduğu belirtiliyor. Bu duyumlar, yalnızca sözde kalmayıp, ilgili kurumun web sayfasından da doğrulanabiliyor. Durum, akademik camiada karışıklığa yol açan ve ciddi etik sorgulamalara neden olan bir gelişme olarak dikkat çekiyor. Eğer aldığım duyumlar doğruysa, bunun arka planında daha da vahim bir iddia yer alıyor: Mevcut dekan, 2014 yılında Sosyoloji Alanında açılan bir doçentlik kadrosunun Akademik Jürisinde yer almış ve kişisel tercihini, şu anki İletişim Fakültesi doktoralı Bölüm Başkanı lehinde kullanmış! Bu süreçte, davacıya yönelik olumsuz bir tavır sergileyen “dekan,” yargı süreci sonunda “haksız bir fiilde bulunmuş” olduğu ortaya çıkmış ve 2020 yılında davacı lehine karar çıkmış. Ancak, davanın sonrasında beklenen adalet, sadece bürokratik bir zaferle kalmamış, haksızlığa uğrayan akademisyen, profesörlük kadrosu ilanı açısından da yine mağdur edilmiş. Bu olayda dikkat çeken bir diğer nokta ise, Sosyoloji Bölümünde yaşanan liyakatsiz atamalardır. İletişim Fakültesi doktoralı bir öğretim elemanının Sosyoloji Bölümü’nde görevlendirilmesi, akademik çevrelerde büyük bir tartışmaya yol açmış. Bu atama sonucunda, bölümde ciddi fikir ayrılıkları ve gruplaşmalar meydana gelmiş. Bir önceki bölüm başkanına soruşturma açılmasından, yerine gelen yeni başkanın da ciddi baskılarla görevden alınmasına kadar birçok akademik yönetsel sıkıntı yaşanmış. Bu karmaşık durum, sadece kurum içindeki huzuru bozmakla kalmamış, aynı zamanda akademik standartlar ve liyakat ilkelerinin sorgulanmasına da yol açmıştır. Bir akademik kurumun, özellikle eğitimdeki kaliteyi ve toplumsal gelişmeyi hedefliyorsa, bu tür gelişmelerin önüne geçilmesi hayati önem taşır. Liyakatin ve adaletin zedelenmesi, bir ülkenin bilimsel ilerlemesini doğrudan etkileyecek bir durumdur. Toplum, hakkaniyeti ve eşitliği savunarak bilim dünyasına katkı yapmayı beklerken, karşılaştığı bu tür skandallar sadece akademik çevreleri değil, tüm toplumu sarsar.
Sonuçta, bu olaylar birer iddiadan ibaret değil; kurumların içindeki etik dışı ve hukuka aykırı işlemlerin, gerçek ve somut sonuçları vardır. Bir akademisyen, sadece doğruyu ve liyakati savunarak hem kendisini hem de çalışma alanını daha sağlıklı bir hale getirebilir. Ve unutmamak gerekir ki, kurumlar ne kadar sağlam temellere dayanırsa, toplum da o kadar sağlam bir bilimsel altyapıya sahip olur.